YALANCI BAHAR
Yalancı bahar deyince aklıma Orhan Veli'nin bir şiiri geldi."Beni bu
güzel havalar mahvetti."
....
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum.
Eve ekmekle tuz götürmeyi;
Böyle havalarda unuttum.
Şiir yazma hastalığım;
Hep böyle havalarda nüksetti.
Beni bu güzel havalar mahvetti.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum.
Eve ekmekle tuz götürmeyi;
Böyle havalarda unuttum.
Şiir yazma hastalığım;
Hep böyle havalarda nüksetti.
Beni bu güzel havalar mahvetti.
diyordu şair.
Sizi bilmem ama bu gezi beni resmen çarptı. Şairin dediği gibi "beni
bu güzel havalar mahvetti."
Yorgunluk ki ne yorgunluk... Anlayamadım. Hiç
bir gezide böyle yorulmamıştım.Ya da bu yorgunluk değil de başka bir şeydi.Sanıyorum
yürüyüşten ziyade yalancı baharın da getirdiği bir durumdu. Şehrin kirli
havasından, pekte alışık olmadığımız temiz dağ havası fena çarptı sanıyorum.
Ciğerlerimiz fazla oksijeni kaldıramadı. Velhasılı yeni toparlanıyorum.
Neyse ...
Sanki bir yalancı bahardı
yaşadıklarımız Şubatın 23'ünde. O kadar güzeldi ki.. Dandı ormanlarının
arasından Dağpazarı'na doğru yürürken. Doğanın uyanışına tanık olmak.Böcü
börtünün, kuşların tatlı bir melodiyi mırıldanır gibi cıvıldayışları,
koyunların kuzuların hayat yeniden başlıyor der gibi meleyişleri, mantarların,
dağ lalelerinin çayır çimenin gerinerek bizde varız diye uyanışı, güneşe yüzünü
dönüşleri, gökyüzünün sanki bir tual gibi masmavi bize tebessüm edişi... ne
diyeyim size beni sarhoş etti hiç hesapta olmadan.
Bu geziyi muhteşem bir geziye dönüştüren de bu
yönü olsa gerek diye düşündüm birden.
Her zamanki gibi Çınaraltı'nda
buluştuk doğa severlerle. Üç araba gittik. Ortalama 45 -50 civarıydı. Yine
samimi bir ortamdı. Yürüyüşe Rüzgâr panellerinin olduğu yerden başladık.Elimizde
fotoğraf makineleri bulduğumuz manzarayı çekerek devam ediyorduk.Yürüyüş
esnasında samimi bir sohbet havası oluştu. Herkes bir şeyler konuşuyordu. Tabi
ki çokça siyaset konuşuldu.Veryansın ettiler habire AKP' ye...
Dandı ormanlarının arasından kâh iniş
aşağı, kâh yokuş yukarı kıvrıla kıvrıla dolandık. Doğanın sesine tanıklık etmek,
içinde kendini hissetmek tam bir terapiydi.Nihat hocamın bazen kendine has
çocuksu tavırları yürüyüşümüze renk kattı. Geride kaldığını farkettiğinde
arkadan gelen bir "
taktak"a biniverdi. Şu yürüyüşçülerin önüne geçeyim diye.. O arada
fotoğrafının çekileceğini farketmedi tabi. Hile yaptığının kanıtıdır diyerek basıverdik
deklanşöre ve ekledik hafızlara...
Bir su kenarında mola verdik. Hemen
odunlar toplandı. Ateşler yakıldı. Sucuklar geçirildi şişlere. Doğa da bayram
etti sucuk kokusuna bizim mideler de.. Ekmek arasında sucukları mideye indirirken
Nihat hocam dolanıyor. Takılmaları meşhurdur.Yine elini kapatmış üç hakkınız
var diyor elimdekini bilmeye...Düşün düşün ne olabilir dağda? Zeytin, çekirdek,
ceviz... aklımıza bir şey gelmiyor bir türlü... bizi sıkıştırıyor durmadan..
çabuk olun iki hakkınız kaldı, bir hakkınız kaldı.. habire yerdeki keçi
pisliklerini göstererek bu ne diyor. Afedersiniz bizde keçi boku diyoruz. Hadi
son hakkınız."Ne var elimde?" diyor.Atıyoruz kafadan bir şey
tutmayacağını bile bile.. İstiyoruz ki elindekini artık göstersin. Sonunda...Açıyor avucunu küçük bir parça keçi
boynuzu.. Çocukluğumun yemekten pekte hoşlanmadığım bir yiyeceği.. Küçük
parçalara bölüp avucunun içine gizlemiş. En çokta biz yaklaşmışız meğer ama
nerden bilelim. Keçi boku.. keçi boynuzu. Değiştiriversek oldu işte. Neyse
bizde bir kahkaha...
Molanın ardından yürüyüşümüze devam
ediyoruz. Yürüyüz bu defa daha keyifli. Kazım Evredirek var Sanat Müziği koro
şefimiz. Şarkılar seni söyler diyerek başladık fasıla..Ağır parçalardı
söylenenler ama olsun biz yine de keyifliydik. Doğanın koynunda her ne söylense
bizi üzemezdi. Şöyle gökyüzüne bir göz kırpmak yetiyordu.
Arada çocukluğumuz tutmadı değil.
Sekerek koşturduğumuz günler aklımıza geldi birden Pınar hocamla ...Gülüşe
gülüşe seke seke yürüdük Dağpazarı yolunu. Köye ulaştığımızda bizim için
kahvede çay hazırlanmıştı. Yorgunluğun üzerine içilen çaylar bizi kendimize
getirdi.
Ardından Dağpazarı Kilisesi'ni
ziyaret ettik. Nasıl da virane olmuş. Yıkılmaya yüz tutmuş. Onarılmazsa bir kaç
yıla kadar yıkılıp gidecek. Düşünüyorum geleceğimize nasıl sahip çıkarız , geçmişimize
sahip çıkmasını bilemezsek.Orada bir tarih var, yaşanmışlıklar var.
Yaşanmışlıklara saygı duymadan nasıl geliştiririz yaşayacaklarımıza saygı
duymayı.O kiliseden kimler geldi kimler geçti. Edilen dualar, yapılan
ayinler...Ne hikayeler kimbilir... Onların anısına bu kilise yaşatılmış olsa
belki geçmiş öfkeler sönecek. Kavgalar bitecek olamaz mı? Umarım birileri duyar
bunları da gereken yerlere iletilir. Fotoğraflar çekiyoruz önünde, ilerde böyle
bir kilise vardı demek için. Sonra ayrılıyoruz
oradan. Arabalarımıza yavaş yavaş biniyoruz. Yorgunluğun yüzümüze yavaş yavaş
yansımaya başladığı anlardayız. Geldiğimiz yollardan bu defa araçlarla
geçiyoruz hafif tebessüm ederek.
Son kez Rüzgar panellerinin olduğu
yerde durup bir de orayı geziyoruz. Paneller çok heybetli görünüyor. Yine
fotoğraflar çektiriyoruz. Dandı ormanlarının son kez keskin katran kokularını
içimize çekerek araçlara binip evimize dönmenin dayanılmaz hafifliğini
yaşıyoruz.
Sevgiyle kalın.
DAĞPAZARI GEZİSİ ŞUBAT 2014