24 Şubat 2014 Pazartesi

SEN YALANCI BAHARSIN

YALANCI BAHAR

Yalancı bahar deyince aklıma  Orhan Veli'nin bir şiiri geldi."Beni bu güzel  havalar mahvetti."           
.... 
Tütüne böyle havada alıştım, 
Böyle havada aşık oldum. 
Eve ekmekle tuz götürmeyi; 
Böyle havalarda unuttum. 
Şiir yazma hastalığım; 
Hep böyle havalarda nüksetti. 
Beni bu güzel havalar mahvetti.
diyordu şair.

Sizi bilmem ama bu gezi beni resmen çarptı. Şairin dediği gibi "beni bu güzel havalar mahvetti."
 Yorgunluk ki ne yorgunluk... Anlayamadım. Hiç bir gezide böyle yorulmamıştım.Ya da bu yorgunluk değil de başka bir şeydi.Sanıyorum yürüyüşten ziyade yalancı baharın da getirdiği bir durumdu. Şehrin kirli havasından, pekte alışık olmadığımız temiz dağ havası fena çarptı sanıyorum. Ciğerlerimiz fazla oksijeni kaldıramadı. Velhasılı yeni toparlanıyorum.

Neyse ...

Sanki bir yalancı bahardı yaşadıklarımız Şubatın 23'ünde. O kadar güzeldi ki.. Dandı ormanlarının arasından Dağpazarı'na doğru yürürken. Doğanın uyanışına tanık olmak.Böcü börtünün, kuşların tatlı bir melodiyi mırıldanır gibi cıvıldayışları, koyunların kuzuların hayat yeniden başlıyor der gibi meleyişleri, mantarların, dağ lalelerinin çayır çimenin gerinerek bizde varız diye uyanışı, güneşe yüzünü dönüşleri, gökyüzünün sanki bir tual gibi masmavi bize tebessüm edişi... ne diyeyim size beni sarhoş etti hiç hesapta olmadan.

 Bu geziyi muhteşem bir geziye dönüştüren de bu yönü olsa gerek diye düşündüm birden.

Her zamanki gibi Çınaraltı'nda buluştuk doğa severlerle. Üç araba gittik. Ortalama 45 -50 civarıydı. Yine samimi bir ortamdı. Yürüyüşe Rüzgâr panellerinin olduğu yerden başladık.Elimizde fotoğraf makineleri bulduğumuz manzarayı çekerek devam ediyorduk.Yürüyüş esnasında samimi bir sohbet havası oluştu. Herkes bir şeyler konuşuyordu. Tabi ki çokça siyaset konuşuldu.Veryansın ettiler habire AKP' ye...

Dandı ormanlarının arasından kâh iniş aşağı, kâh yokuş yukarı kıvrıla kıvrıla dolandık. Doğanın sesine tanıklık etmek, içinde kendini hissetmek tam bir terapiydi.Nihat hocamın bazen kendine has çocuksu tavırları yürüyüşümüze renk kattı. Geride kaldığını farkettiğinde arkadan gelen bir                " taktak"a biniverdi. Şu yürüyüşçülerin önüne geçeyim diye.. O arada fotoğrafının çekileceğini farketmedi tabi. Hile yaptığının kanıtıdır diyerek basıverdik deklanşöre ve ekledik hafızlara...

Bir su kenarında mola verdik. Hemen odunlar toplandı. Ateşler yakıldı. Sucuklar geçirildi şişlere. Doğa da bayram etti sucuk kokusuna bizim mideler de.. Ekmek arasında sucukları mideye indirirken Nihat hocam dolanıyor. Takılmaları meşhurdur.Yine elini kapatmış üç hakkınız var diyor elimdekini bilmeye...Düşün düşün ne olabilir dağda? Zeytin, çekirdek, ceviz... aklımıza bir şey gelmiyor bir türlü... bizi sıkıştırıyor durmadan.. çabuk olun iki hakkınız kaldı, bir hakkınız kaldı.. habire yerdeki keçi pisliklerini göstererek bu ne diyor. Afedersiniz bizde keçi boku diyoruz. Hadi son hakkınız."Ne var elimde?" diyor.Atıyoruz kafadan bir şey tutmayacağını bile bile.. İstiyoruz ki elindekini artık göstersin.  Sonunda...Açıyor avucunu küçük bir parça keçi boynuzu.. Çocukluğumun yemekten pekte hoşlanmadığım bir yiyeceği.. Küçük parçalara bölüp avucunun içine gizlemiş. En çokta biz yaklaşmışız meğer ama nerden bilelim. Keçi boku.. keçi boynuzu. Değiştiriversek oldu işte. Neyse bizde bir kahkaha...

Molanın ardından yürüyüşümüze devam ediyoruz. Yürüyüz bu defa daha keyifli. Kazım Evredirek var Sanat Müziği koro şefimiz. Şarkılar seni söyler diyerek başladık fasıla..Ağır parçalardı söylenenler ama olsun biz yine de keyifliydik. Doğanın koynunda her ne söylense bizi üzemezdi. Şöyle gökyüzüne bir göz kırpmak yetiyordu.

Arada çocukluğumuz tutmadı değil. Sekerek koşturduğumuz günler aklımıza geldi birden Pınar hocamla ...Gülüşe gülüşe seke seke yürüdük Dağpazarı yolunu. Köye ulaştığımızda bizim için kahvede çay hazırlanmıştı. Yorgunluğun üzerine içilen çaylar bizi kendimize getirdi.

Ardından Dağpazarı Kilisesi'ni ziyaret ettik. Nasıl da virane olmuş. Yıkılmaya yüz tutmuş. Onarılmazsa bir kaç yıla kadar yıkılıp gidecek. Düşünüyorum geleceğimize nasıl sahip çıkarız , geçmişimize sahip çıkmasını bilemezsek.Orada bir tarih var, yaşanmışlıklar var. Yaşanmışlıklara saygı duymadan nasıl geliştiririz yaşayacaklarımıza saygı duymayı.O kiliseden kimler geldi kimler geçti. Edilen dualar, yapılan ayinler...Ne hikayeler kimbilir... Onların anısına bu kilise yaşatılmış olsa belki geçmiş öfkeler sönecek. Kavgalar bitecek olamaz mı? Umarım birileri duyar bunları da gereken yerlere iletilir. Fotoğraflar çekiyoruz önünde, ilerde böyle bir kilise vardı demek için.  Sonra ayrılıyoruz oradan. Arabalarımıza yavaş yavaş biniyoruz. Yorgunluğun yüzümüze yavaş yavaş yansımaya başladığı anlardayız. Geldiğimiz yollardan bu defa araçlarla geçiyoruz hafif tebessüm ederek.

Son kez Rüzgar panellerinin olduğu yerde durup bir de orayı geziyoruz. Paneller çok heybetli görünüyor. Yine fotoğraflar çektiriyoruz. Dandı ormanlarının son kez keskin katran kokularını içimize çekerek araçlara binip evimize dönmenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyoruz.

Sevgiyle kalın.


DAĞPAZARI GEZİSİ ŞUBAT 2014