1 Ocak 2014 Çarşamba

YİNE YENİDEN

NİCE YILLARA SEVGİLİ DOSTLAR

Bir yılı daha devirdik. Ölümler, düğünler, doğumlar, başarılar, acılar, kederler, hüzünler, isyan, sevinçler, mutluluklar vs.. Kah acılara gark olarak kah sevinçlere boğularak yaşadık en güzelinden her duyguyu. 

Neresinden bakmak lazım hayatın diye düşünüyorum. Marifet her iki tarafını da görmesini bilmekten geçiyormuş. Çünkü her yaşadığı insana yeni bir değer katıyormuş. 2013 yılı benin için uğursuz bir sayı gibi gözükse de galiba öyle olmadı. Bu dünyadan erken ayrılmak isteyenler vardı. Yol verdi hayat onlara çekildiler usulca... Kalanlar her yaşadıklarından dersler çıkarıp gönül hanelerine koydular artılarını eksilerini ve yollana devam ediyorlar.

Bütün bildiklerimin ters yüz olduğu bir yıldı. Kafamın hayli karıştığı, beynimde düşüncelerin bir tilki gibi dönüp durduğu "Boşa koysam dolmadığı, doluya koysam almadığı" bir dönemdi.

Öyle hiç böbürlenmeye gelmiyormuş hayat,Ben bilirim deyip ahkâm kesmek hiç değilmiş.

Büyük konuşmaya gelmiyormuş. "Büyük lokmayı ye büyük laf etme" derler ya işte öyle bir şeymiş.

İnsan hep sevmediği neyse onunla terbiye ediliyormuş meğer . Düşmanın bile olsa sevmeye çalışmakmış asıl olan.

En kıymetli olanda ne ev ,ne araba, ne de paraymış. Zamanmış meğer kıymetli olan. Tutamıyormuşsun çünkü...

Hayat beklemeye gelmiyormuş. Ertelemeden yaşamak lazımmış hayatı.Bak nerdeyse bir yıl olacak evimden ocağımdan yurdumdan yüreğimden ayrılalı. Geri gelmeyecekse gözleri yatırıp ıraklara beklemenin anlamı yokmuş. Yeni uğraşlarda hayat bulmak gerekliymiş.

Bildiğini sandığın şeyleri aslında hiç bilmemekmiş. Koca bir yalanmış öğrendiğimizi sandığımız şeyler. Hayat bize tokadını attığında ters yüz oluveriyormuş her şey...Esas ondan sonra öğrenilenlermiş kalıcı olan...

İçinden geldiği gibi yaşamakmış "kim ne der"ine takılmadan." An"ı yaşamakmış en çılgınından.

İçindeki çocuğun sesini dinlemekmiş...

İllaki zıddıyla anlam buluyormuş her şey ve her ikisini de aynı şekilde karşılayabilmekmiş marifet. Ne çok üzülmek ne de çok sevinmekmiş.

Hiç bir şey sürekli aynı değilmiş her an değişiyormuş her şey ...o halde aynı kalmakta diretmemekmiş. Uyum sağlamakmış sürece...

İstemediğimiz durumlara katlanmak değil, sabretmesini öğrenmekmiş önemli olan...

En önemlisi de neymiş biliyor musunuz?

Sevmek! Emek vermek demekmiş. Emek vermek ise vazgeçemeyecek kadar özgür bırakmak demekmiş. Koşulsuzmuş. Keşkeleri, amaları yokmuş.Sadece severmiş seven.Sonunu düşünmeden sevilmeme ihtimaline rağmen...

2014 yılı gökkuşağının bütün renklerini getirsin. Yağmurun serinliğini, toprağın kokusunu, çimenlerin yeşilini, "Deniz"in mavisini , Güneş'in içimizi yakan kor ateşini getirsin. Baharın uyanan doğasını, kuşların, kuzuların seslerini, ırmakların çağıldayışlarını, dünyanın bütün renklerini önümüze sersin. İçmeden sarhoş etsin bizi.Yaptığımız yapacağımız her şeye "aşk" karışsın.

Ne varsa hayata dair girsin de çıkamasın içinden...Aşkla yeniden anlam bulsun her şey.Sevgi sarsın dört bir tarafımızı.

Aşk içimizde... Aşk bize dair olan her şeyde...

HAVVA UYAR

30 Aralık 2013 Pazartesi

DOĞUM VE ÖLÜM


YUKARIKADİ ZITLAŞIYOR BENİMLE YİNE...

Evet arkadaşlar yukarıdaki benimle illaki zıtlaşıyor. Ben diyorum teker teker gönder.İyice içime sindirebileyim. Acıysa deneyimleyeceğim doya doya... Sevinçse de yaşayacağım her şeyimle hissedip yaşayayım.Mutlu olayım, çığlık atayım, hoplayıp zıplayayım.

Kabul ediyorum, eyvallah senden gelen her şeye amennah. Ama e be güzel Allah'ım bu her iki duyguyu da birarada yaşatırsan bana benim bütün sistemlerim bozuluyor, şarteller atıyor. Motor çalışmaz oluyor, Durduk yerde gülerken ağlamaya başlıyorum.Musluklar açılıyor kapanmaz oluyor.

İşte, bana acıyı ve sevinci aynı günlerde yaşatan olayların biri doğum biri ölüm.

Biri aile dostumuz Melek ablanın abisinin vefat etmesi, diğeri uzun süredir doğumunu beklediğimiz bebeğimiz...Abimin bir oğlu oldu. Ben gerçekten ilk defa hala oldum. İlk defa yeğenimi doya doya sevme şansına sahip oluyorum. Bundan güzel bir olay olabilir mi? Abimlerin yüzlerindeki o mutluluğu izlemek o kadar güzeldi ki... Mustafa bebek o kadar şanslı ki... Şimdiden görebiliyorum, çok sevilerek büyüyecek bir bebek. Büyükanneler, teyzeler, dayılar, halalar, yeğenler ne kadar akraba varsa etrafında dört dönülüyor. Harika bir şey bu. Minik bebeğimiz bir an evvel sağlıkla analı babalı büyür inşallah.

Bu arada cenazemiz Mersin' de... Cumartesi düştük yollara... Gayet güzel bir yolculuk yapıyorduk. Mezitli'yi geçerken radara yakalanmışız. Hız sınırı 77km. imiş. Biz 80km. hızla gittiğimiz için 3km. farkla cezayı kesiverdiler gözümüzün yaşına bakmadan.

Yirmi yıllık şöförüm diyorum, hayatımda hiç ceza almadım diyorum. Olmuyor. Polisleri bir türlü ikna edemiyorum. Radara girdikten sonra mümkünü yokmuş. Neyse hayatımın ilk cezasını böylece almış oluyorum. Yolumuza devam ediyorum.

Mersine yaklaşıyoruz.Kırmızı ışıkta durduk. Yeşil yandı, gaza bastım, araç geri gidiyor. İnanamıyorum. Arkadaki araçlardan korna sesleri koro halinde. Ben bir kez daha gaza basıyorum, yine geri gidiyor. Eyvah! Eyvah! Araba kafayı yedi. ( haa.. bu arada benim araba otomatik vites, gaz fren ve geri vites var)

Arabadan iniyorum, elimi çaresizlik içinde yanlara devirmekten başka yapacağım bir şey yok, ama diğer araçlardakilerin yanımdan geçerken bana bir bakışları var. Sormayın ...

Kimisinin gözleri nerdeyse yuvalarından fırlayacak, el hareketleri sanki "Kadın başınla araba sürmek senin neyine" der gibi. Daha neler düşündüler kimbilir? Umurumda bile değil... Arkada annemle Cennet teyze panik halindeler."Kızım biz arabadan inelim bari." diyorlar.Trafiğin ortasında nereye inecekler.

Bana tuhaf bir şeyler oldu. Aslında çok canımın sıkılması gerek ama çok sakinim. Olabilir. Araç bozulur, yolda kalabilirim. El frenini çektim arabadan indim. O arada olayı farkedenler hemen" Neler oluyor?" diyerek geldiler, imdadıma yetiştiler.İki tamirci oracıkta aracı tekrar çalıştırıp denediler, olmuyor, araç geri gidiyor.Aracı boşa alıp yolun kenarına iterek çektiler.

İyi ki kasko vardı. Yol bakım servisini aradık, geldiler. Aracı servise götürdüler. Neyse ciddi bir durumu yokmuş. Ancak aracın vitesi karışmış.Kısacası aracın beyni sulanmış.

Araç bakıma verildiğinde biz cenaze evindeydik. Yine bir varmış bir yokmuş hikayesi. Geride kalan ise bırakabildiğimiz güzel anılar sadece...

Herkesin hayattan nasiplendiği neyse o kadar.

Yine ölümü sorgularken buluyorum kendimi.

Ölüm belki de bizi başka bir diyara götüren kapı. Mevlana'nın anlayışıyla bir kavuşma günü.Görünüşte baktığımızda bir ayrılık, bir acı, bir matem perdesi gibi açılan ölüm gerçekte bizi acılardan, fanilikten alıp esas evimize ocağımıza götüren bir araçtır kimbilir.

Dünyanın bir durak olduğunu, belli bir dönemden sonra bu duraktan ayrılacağımızı bilmek,ölümü o vakit bir anneye kavuşur gibi düşünmek, belki içimizi birazcık olsun hafifletir. Acılarımızı dayanılır kılar.Belki o zaman ölümü bir ayrılık değil de kavuşma olarak görebiliriz.

Bu dünyadan ayrılanlara sonsuz rahmet diliyorum.

Ertesi gün yeğenimin yanındayım. Kucağımda seviyorum. Bakmaya doyamıyorum. Her şeyi minicik...Minicik eller, minicik burun, minicik gözler.İki elimin içine sığıveriyor. Tutmaya korkuyorum. İpek gibi bir ten.Bebek kokusunu içime çekiyorum. Dokunmaya kıyamıyorum, sanki ellerim onu incitecek. Ben diyorum "Sultan'a benziyor, onlar diyor Adil'e" dünyanın en harika en şanslı bebeği. Şimdiden özledim bile...

Ayrılık vakti geliyor, vedalaşıyoruz. Aracımızla yine yollardayız. Annem yanımda bu defa öne oturtuyorum. Pek keyif alıyor öne oturmaktan.Sohbet ederek geliyoruz.Gelirken deniz manzaralı bir lokantada (canınız çekmesin) ızgara levrek yanında roka, salata ve kalamarıyla harika bir öğlen yemeği yiyerek yolculuğumuzu taçlandırıyoruz.

Annemi mutlu görmek beni çok keyiflendiriyor. Kaçamak bakışlarla onu izliyorum sık sık. Gözlerindeki ışıltı bana da geçiyor.

Her şeye rağmen hayat acısıyla da güzel yaşanmalı, tatlısıyla da güzel yaşanmalı. Başta sitem eder gibi gözüksem de senden gelen her şeye "Amennah, başım gözüm üstüne" diyorum.

Heeey Hayat! Duyuyor musun seni yine de çok seviyorum.


30.12.2013

26 Aralık 2013 Perşembe

ALIŞKANLIKLARIMIZ
Hiç düşündünüz mü alışkanlıklarımızın bizi yönetebileceğini ? Ya da net söyleyeyim yönettiğini ? Nedir alışkanlık?

Davranışlarımızın bir kaç tekrardan sonra düzenli ve sürekli hale gelmesi olayıdır diyebiliriz basitçe.

Alışkanlıklar iyidir de kötüdür de... ancak süreklilik arzederler.

Yapmaktan mutluluk duyarız,  keyif alırız,  eğer iyi bir alışkanlıksa

Değilse "lanet olsun , nerden alıştım, ah bir vazgeçebilsem" nidalarını ata ata devam ederiz yine yapmaya.

Alıştığımız her neyse yapmadığımız zaman eksikliğini duyarız  ya da kendimizi bir şeylerden yoksun hissederiz. Alışkanlık böyle bir şeydir...

Mesela  her gün ekmek almaya arabayla gitmektir.Sabah kalktığında  sigarayla günaydın demektir. Akşam olunca yemekte illaki bir kaç duble içki içmektir. Diş fırçalamaktır. Evden çıkarken muslukları, elektriği, ocağı kontrol etmektir.Düzenli kitap okumaktır. Spor yapmaktır.Çocuğunu her gün yatmadan önce iyi geceler dileyip öpmektir. İçkili araba kullanmamaktır. Sabahleyin uyanır uyanmaz bir fincan kahveyle güne başlamaktır.Her gün anneni aramaktır.Her gün eşine seni seviyorum demektir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. 

Dikkat ederseniz sabah uyanışımızdan dışarıda geçirdiğimiz bütün saatlerde ve eve döndüğümüzde yatağa yatıp uykuya geçene kadar yaptıklarımızın çoğunluğunda alışkanlıklarımızı görebiliriz.

Alışkanlıklarımız  duygusal, fiziksel ve sosyal yönden bize rahatlık ve güven sağlar. İşte bunların arkasına sığınırız hep.

Alışkanlıklarımızdır bizi biz yapan...Hayatımızı anlamlı kılmanın bir yoludur.

Alışkanlık zehirli bir yılandır bana göre . Ayrıca iyi bir öğretmendir doğru kullanıldığında.

Kötü alışkanlıklarsa kazanılan...

Yavaş yavaş sinsi sinsi gelir yerleşir sana hiç sormadan. Önceleri çok masumdur, sevimlidir, tehlikesizdir. Zaman olur öyle bir duruma gelir ki bir akrep gibi sokar seni farkettirmeden. İyice yerleşir senin içine. Artık o vakitten sonra sensiz asla der. Sen istemesen bile. Bu noktadan sonra zordur alışkanlıklardan vazgeçmek.

 Mümkündür ama acı çekmeyi göze almak gereklidir.

 Acı var mı acı... o zaman değişebilirsin. 

Durumdan gerçekten rahatsız mısın, o zaman değiştirebilirsin.

Sabah kaltığında ilk işin sigara içmekse eğer, bir de su içmeyi dene ya da pencereyi açıp "Günaydın Türkiye" diyerek,şöyle bir derin nefes alarak da  başlayabilirsin güne.Hangisi seni sağlıklı kılar yada öldürür?

İyi bir sporcunun alışkanlıklarını düşünelim.Bunların başında düzenli egzersizler ve beslenme gelmez  mi?

Ya da iyi bir yazarın en büyük alışkanlığı... Sürekli okumak değil de nedir?

Mutlu olabilmenin alışkanlığı da her gün seni seviyorum diyebilmek ve her şeyde güzeli görebilmek değil midir?

Sağlıklı beslenme alışkanlıklarının kanserden koruduğu bilimsel verilerle kanıtlanmış artık. Siz hâlâ "Atın ölümü arpadan olsun mu?" diyorsunuz.

İçkiyi ve bağımlılık yapan her türlü maddeyi saymıyorum bile...

Alışkanlığın seni vezir de eder rezil de...

Alışkanlıklarımız bize hizmet için varlar.Ne istersek onu yaparlar.

Güzel, doğru alışkanlıklar kazanmak dileğiyle...


22 Aralık 2013 Pazar

BUGÜN BİR HIRSIZLIK YAPTIM
Arkadaşlar sormayın...Bugün ben bir hırsızlık yaptım ama nasıl söyleyeceğim bilemiyorum. O kadar güzel bir gündü ki... Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı. Ne mi yaptım? Felekten bir gün çaldım.  Hem de kışın ortasında pırıl pırıl mis gibi havasıyla Güneş'ini çaldım feleğin. Valla gelemeyenlere bir şey diyemiyorum. Ne yapalım şanslarına küssünler. Böyle bir hava hem de kış ortasında kaçmazdı.

Neyse gezimiz her zamanki gibi Çınaraltı'ndan başladı. Ermenek yoluna dönüş ve Kırkyalan Köyü'nden  sapılan yoldan ilerledi aracımız. Aracımızda 17 kişiyiz. Oldukça samimi, sıcak ve güzel bir ortam var. Harika... Böyle ortamlar az bulunur arkadaşlar. Bu tür ortamlarda herkes birbiriyle konuşur ve konuştukları da dinlenir. Bugün hava güzel olur mu? diyenlere Nihat hocam hemen cevabı yapıştırıyor."Ben yukarıyla sözleşme yaptım. Bugün hava güzel olacak." diyor. Gerçektende hava miiss. Deriiiin deriiiin nefesler alıp veriyorum. 

Mucuk'a varmadan Çiftçiler'e dönen yola sapıyoruz. Yüksek tepede araç bizi bırakıyor. Yürüyüşümüz başlıyor. İlk olarak ısınma hareketlerini yapıyoruz. Bir halka oluşturuyoruz, ortaya geçip ısınma hareketlerini yaptırıyorum. Irmak boyunca yürümeye başlıyoruz. Herkes iyi ki gelmişiz diyor. Manzarayı arada içimize çekerek, arada fotoğraflarla  da destekleyerek  ilerliyoruz. "Çay illede çay"  diyorduk ya gezilerimizde...Valla bu defa çaya doyurdular bizi. Her durağımızda nerdeyse hep çay içtik.

 İlk durağımız çok güzeldi. Bir tepenin üzerine kurulmuş dört köşe bir ev. İkinci katı da yapılıyor ama henüz daha yarım.Yalnız ama heybetli bir ev diye düşündüm.Etrafında bir tane ev yok.Girişte kocaman bir balkon var.Göksu ırmağına bakıyor. Alabildiğine kayısı bahçeleri var. Bahar mevsiminde oranın güzelliğini hayal edemiyorum yada güz mevsiminde nasıldır acaba sararan yaprakların armonisi. Ağaçlar kışlıklarını giymesine rağmen güzeldi gerisini düşünemiyorum işte... Kedisi, köpeği, tavuklarıyla, ağaçlardaki ilginç kuş yuvalarıyla çok hoştu.

 Ev ahalisi doğayı ve hayvanları çok seviyor olacak ki kedileri için arı kovanından bozma bir yuva yapmışlar. Hele kuşlar için su kabağından yaptıkları yuvaya hasta oldum. İrice uysal bir köpekleri vardı.İyice uyuşmuş belli ki o da keyfini çıkarıyordu Güneş'in...  Sonra değişik taşlar fosillerle evin balkonunda değişik dekorlar oluşturmuşlar. Lavaboyu bile özgün bir tasarımla süslemişler. Çok ilginç kendine özgü yaşayan farklı bir evdi. Evin daha tamamlanmayan bir sürü yeri vardı ama ona rağmen çok orjinal bir evdi. Ev tamamen bittiğinde orayı tekrar görmek isterim.

Bu kadar anlattığım evin kime ait olduğunu söylemezsem ayıp olur herhalde. Ev sahibinin kendisini göremedik ancak kızı ve hanımı ile tanışabildik ancak ... Ev Mehmet Çiftçiler'e aitmiş.  İşte biz böyle Göksu manzaralı evde hazırlanmış çaylarımızı güzel bir sohbet eşliğinde içtik.Bir gözümüz akıp giden Göksü nehrindeydi hep.

 Bir an öyle bir yerde benim de evim olmalı diye düşündüm. Arada her şeyden herkesten kaçmak istediğinde gidecek böyle bir evi olmalı insanın. Ne dersiniz? Fena olmaz değil mi?

Evet... İkinci durağımız da Göksu nehrine tepeden bakıyorduk yine. Öğlen yemeklerimizi burada beraberce paylaşarak yedik. Nihat hocam bize acı siyah zeytini yedirdi ya diyeceğim bir şey yok. Allayıp pullayıp dalından yeni kopardığı zeytini sanki "Bu çok değişik bir zeytin, herkes bunun bir tadına baksın." dedi bizde yuttuk zokayı. Ağzına alan "Bu zeytin daha olmamış acı."  demez mi. Tabi ki  olmamış.Ah Nihat hocam! Dalından kopmuş acı siyah zeytini yedirdin ya bizlere, alacağın olsun.

Güzel keyifli sohbetlerin arkası gelmiyor bir türlü ama yolumuz daha uzun düştük yollara. Yol boyunca Çiftçiler, Irmaklı ardından Köselerli' ye geliyoruz. Karşılaştığımız köylülerle  merhabalaşıp kiminin elini sıkıyoruz, kiminin sofrasına konuk oluyoruz, kiminin derdini dinliyoruz. Gerçekten memleketimi seviyorum. İnsanları samimi ve sıcak kanlı...Son durak Mahmut Çetin'in yeğeninin evi... Orada da çay faslı var, doya doya hem de... Çayıma küçük bir limon dilimi bile koyabiliyorum. Süper...

Gezimiz araçlarımıza binip koltuklarımıza uzandığımızda bitiyor aslında. Güzel, tatlı bir yorgunluk.

Hayata dair...

İşte!  güzel bir fotoğraf daha belleklere kazınan... Belkide torunlara anlatılan yada dost sohbetlerinde bire bin katarak dillendirilen...


HAVVA UYAR

19 Aralık 2013 Perşembe

ISLAK KEK

     Şimdide paylaşmayı istediğim tarif "ISLAK KEK" yada "AĞLAYAN KEK"  de deniyor. Deniz geldiğinde yapmıştım. "Oooo çok güzel olmuş,ellerine sağlık anne."  diye diye yemesi beni gaza getirdi  yine bu tarifte paylaşılmalı diye düşündüm. Gerçi internette istemediğin kadar tarif var ama bu benin deneyipte gerçekten memnun kaldığım tariflerden ...

MALZEMELER
4 yumurta
4 kahve fincanı şeker ( orta boy bir kahve fincanı)
4 kahve fincanı un
1,5 kahve fincanı süt ( ılık olsun, kekin içine )
1 paket vanilya, 1 paket kabartma tozu  ( ikisini de unla birlikte ele)
2 yemek kaşığı kakao
Kekin üzerine dökmek için 1,5 su brd süt.


Sosu için;
1 çorba kaşığı un. ( silme )
2   "          "    nişasta      "
3    "       "   kakao
 1/2 su brd. toz şeker
1 su brd. süt.
1 su brd.su
ceviz büyüklüğünde margarin
2 yada 3 parça bitter çikolata.

HAZIRLANIŞI
Yumurta ve şekeri iyice köpürünceye kadar 10 dakika mikserde çırp.

Sütü ekle,  yavaş yavaş kakao ve unla birlikte elenen vanilya ve kabartma tozunu ilave et.

Yağlanmış orta boy bir tepsiye keki dök. Her yerine eşit bir şekilde yay.

Önceden ısıtılmış fırında 180 derecede  35-40 dakika pişir.

Piştikten sonra fırından çıkar ve 1,5 brd. sütü dök.

Sosunu hazırla sıcak sıcak kekin üzerine boşalt. Bir saat beklenmesini tavsiye ederim. İyice sosuda içine işler. Daha güzel olur.

Sosun hazırlanışı: Bütün malzemeleri karıştır. Ocağın üzerine koyup pişir. Sürekli karıştırmayı ihmal etme çok çabuk koyulaşıyor. Göz göz olunca ocaktan indir ve kekin üzerine dök. 

Not: Hazır sosta kullanabilirsiniz. Tercihinize bağlı. Ancak ben bu sosu çok seviyorum. Profiterolde de bu sosu kullanıyorum. Harika oluyor.

     KEK YAPARKEN DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN NOKTALAR

  • Fırın sıcak olmalı ve ilk 20 dakika hiç açılmamalı. Mümkünse pişinceye kadar da açılmasın derim bana sorarsanız.
  • Kullandığınız yumurta oda sıcaklığında olmalı. Ben yumurta ile şekeri benmari usulu çırptığım kabın altına sıcak su koyarak çırparım. Öyle olduğu zaman yumurta ve şeker daha bir kabarır. 10 dakika çırpmak önemli çünkü keki asıl kabartan kabartma tozu değil bence yumurtadır.
  • Yumurta ve şekeri çırptıktan sonraki işlemleri tamamen elimle yapıyorum. Sütünü yağını ve ununu elimle karıştırıyorum. Böyle yapıldığı zaman yumurtanın kabarıklığını muhafaza ediyor. Kek muhteşem oluyor. Deneyin farkı göreceksiniz.
  • Un konusunda ise yumurtanın büyük veya küçük olması ölçüyü etkiler. O yüzden kek ne çok cıvık olmalı ne de katı olmalı akışkan ama biraz ağır akmalı. Neyse bu kadar detay fazla diyorsanız hemen kapatıyorum çenemi..
  • Umarım memnun kalırsınız.  Güzel tatlarda buluşmak dileğiyle.Sevgiyle kalın.




15 Aralık 2013 Pazar

ÇATLAK TESTİ


ÇATLAK TESTİ

Bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna asılı testilerle dereden su taşırmış evine.. Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış...

Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve..

Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarı dolu olarak varırmış. iki sene her gün bu şekilde geçmiş. Adam her iki testiyi suyla doldurmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış...

Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş...

Fakat zavallı çatlağı olan kusurlu testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok üzülüyormuş..

İki yılın sonunda bir gün, görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarında adama söyle demiş: "Kendimden utanıyorum. şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akıp gidiyor.."

Adam gülümseyerek dönmüş ve; "Göremedin mi? yolun senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok.

Çünkü ben başından beri senin kusurunu, çatlağını biliyordum..Senin tarafına çiçek tohumları ektim. Ve her gün o yolda ben su taşırken, sen onları suladın.. 2 senedir o güzel çiçekleri toplayıp, masamı süslüyorum.

Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı, evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim" diye cevap vermiş...

Bu hikayeyi okuduğumda bir kez daha birbirimizi kusurlarımızla sevebilmenin ve "Mevlana"ın dediği gibi "Hataları ve kusurları örtmede gece gibi olun." sözünün yüceliğinin farkına vardım.

Her birimizin kendine has kusurları var aslında ve hepimiz birer çatlak testiyiz .( Teşbihte hata olmaz diyerekten yapıyorum benzetmemi )  Ancak sahip olduğumuz bu kusurlar ve çatlaklardır hayatlarımızı ilginç yapan,mükafatlandıran, renklendiren, güzelleştiren...

Etrafımızdaki her kişiyi, oldukları gibi kabullenebilmek ne güzel.

Dışlarındaki kusurları değil,içlerindeki güzellikleri görebilmek ve en önemlisi de o güzellikleri görebilecek gönül gözüne sahip olabilmek ne güzel...


10 Aralık 2013 Salı

HATAY KÖMBESİ

HATAY KÖMBESİ
    

    Sevgili arkadaşlar sizinle bir kurabiye tarifi paylaşmak istiyorum. Okulumuz öğretmeni Dilşad hocamın tarifi. Kendisi Hataylı olunca tarifte oranın en lezziz kurabiyelerinden ... Kömbe.

    Kömbeyi niye çok sevdim? diye kendi kendime soruyorum. Cevap hazır. İçine konan baharatı mı ? desem, değil. Gün geçtikçe daha da çıtırlaşıp lezzetlenişi mi? desem değil. Bayatlamadan uzun süre  kalışımı desem hele,  hiç değil arkadaşlar.... Siz hiç hatırlıyor musunuz? Bir kurabiye pişirdiğinizde kokusunun mutfağınızdan günlerce gitmediğini... 
Ben hatırlıyorum.

    Geçenlerde bayramda gelenlere ikram etmek için, hem de Deniz'e giderken koyabileceğim bir şeyler olsun diye bir kurabiye yapayım dedim. Ama farklı bir kurabiye olsun istedim. Aklıma hemen kömbe geldi. Siz de duymuşsunuzdur adını eminim.   Aldım tarifi... Tabi ki Dilşad Hocamı da yanında getirerek...

    Birlikte yapalım iyice öğrenelim diye. Her kurabiyenin kendine has bir püf noktası vardır. Dilşad hocamın annesi bu işin piri bizde ondan destek alarak koyulduk işe. Elimizde kömbe kalıbı yoktu ama kalıpsızda güzel şekil vermesini öğrendik. Ve çok güzel bir dayanışma örneği sergileyip yaptık kömbemizi. Sonra da  bayramda gelenlerle paylaştık. Ooo.. çok güzel olmuş. Bu nedir? diyenlere nasıl yapıldığını,  şeceresini anlata anlata paylaştık. Belki de keyifli kısmı burdaydı.

  Hayır... Hayır ... Neydi beni en çok mutlu eden?  Kömbenin lezzetinden çok kokusuna takıldım dersem  anlayabilir misiniz?  Pişerkenki kokusu müthiş tamam, anladım. Ancak bir kurabiye  günlerce kokusunu evin içinde hissettirerek  kendini bu kadar sevdirebilir mi? İşte arkadaşlar ben bu kokuya takıldım kaldım. İnanılmaz bir koku. Sabahleyin kalkıyorum, mutfağa geçiyorum. Buram buram kömbe kokuyor. Gidiyorum okula,  geliyorum, yine kömbenin o kendine has insanın içini güzel duygularla dolduran kokusu... aman  Allahım. Ben hiç bir kurabiyenin kokusunun bu kadar güzel olabileceğini düşünmemiştim. İsterseniz bir deneyin. Bana hak vereceksiniz.  Bayram geçeli hayli oldu. Aslında bu duygularımı çok önce yazmalıydım. Bir türlü buna fırsat gelmedi. 

Nihayetinde yüreği güzel, kendi güzel bir kız  "Havva Teyze geçenlerde sen bir kömbe yapmıştın çok güzel olmuştu. Birlikte yapsak." deyince "Tamam yapalım" dedim. Kömbenin kokusunu yeniden hissedişimde aynı duyguları tekrar yaşadım. Mutfakta bıraktığı rayihası yine beni mest etti. Galiba bu koku bende biraz da  önceki yaşanmışlıkları  hatırlattı. Evimin dolu dolu olduğu, gelenlere keyifle hazırlıklar yaptığım günleri hatırlattı. Belki de bu kokuya takılışım bu yüzden. Ne güzel... Beni mutlu etti.

Evet.. bunları paylaşmalıydım. Bu güzel kömbe tarifini hiç bir yerde bulamazsınız. Size bütün detaylarıyla veriyorum. 


MALZEMELER
1 Kg. un
2 paket margarin
2 su bardağı şeker
1 su bardağı dolu dolu süt
2 tatlı kaşığı yedi türlü bahar,
1 paket vanilya,
10 adet karanfil ( dövülmüş),
1 tatlı kaşığı mahlep
2 tatlı kaşığı çörek otu
2 paket kabartma tozu
Bir kase susam (üzeri için)

HAZIRLANIŞI
Margarinleri erit,  içine şekeri dök. Yağla  birlikte şekeri karıştırarak iyice erit. Sütü dök, sırayla  yedi türlü baharat, karanfil, mahlep, çörek otu, vanilyayı koy karıştır.

Kabartma tozunu unla birlikte eleyerek yavaş yavaş karışıma ekle. Yumuşak ele yapışmayan bir hamur olmalı.1 kilo un bazen fazla gelebiliyor. O yüzden elinizin ayarına güvenin, unu ona göre koyun. Kurabiyenin en büyük özelliği iyi yoğurulması. Buna dikkat edin.İsterseniz 10 dakika dinlendirebilirsiniz.

Şekil verme aşamasında varsa kömbe kalıbı kullanın derim. Yoksa yaratıcılığınızı. Ceviz büyüklüğünde bezeler alarak elinizle yassıltıp yapılabilir. Her iki şekilde de lezzetten bir kaybımız yok. Becerikli ellerde neler olmaz ki...

Hepinize afiyet olsun. Mutfağınız buram buram sevgi koksun.