20 Temmuz 2014 Pazar


PATATESLİ KABAKLI  ÇÖREK

MALZEMELER
1 adet küçük kabak
2 adet orta boy patates
2 orta boy soğan
4 yumurta
1 su bardağı sıvı yağ
1 su bardağı yoğurt
3 su bardağı un ( elenmiş )
1 + 1/2 paket kabartma tozu
maydanoz, dereotu, kuru nane ( yaşta olabilir ) pul biber, tuz
Üzeri için susam, çörek otu




YAPILIŞI:
1. Kabak, patates ve soğan küp küp doğranır. Maydanoz ince ince kıyılır.
2. Yumurta ilave edilir,  küp küp doğranmış kabak patates ve soğanla iyice karıştırılır.
3. Ardından yağ, yoğurt ilave edilir karıştırırlır.
4. Elenmiş un ve kabartma tozu ilave edilerek kek kıvamından biraz koyu bir harç elde edilir.
5. En son tuz, kuru nane, karabiber, kırmızı pul biber, dereotu konularak yağlanmış  unlanmış tepsiye yerleştirilir.
6. Önceden ısıtılmış fırında 180 derecede 40 ile 50 dakika arasında pişirilir. Son 10 ile 15 dakikasında dereceyi 165 dereceye düşürmekte fayda vardır. İçinin çekmesi ve ağır pişmesi tavsiye edilen şeklidir. Tercih yinede sizindir. Un ilavesi yaparken ölçü tam tutmayabilir, o da yumurtanın büyük yada küçüklüğüyle ilgilidir. Un ilavesi yapabilirsiniz ya da daha az  koyabilirsiniz. 
  
Özellikle çocuklarınıza sebze yediremiyorsanız size farklı ve lezzetli  alternatif  bir tarif diye düşünüyorum. 
Her şey sevgiyle ve aşkla güzeldir. Yaparken bir tutam da aşkınızı katmayı unutmayın. 
Afiyet olsun.

Not: 25cm 40cm ebatlarındaki dikdörtgen borcam verilen ölçü için idealdir.



30 Mart 2014 Pazar

BATIRIK

BATIRIK'TA NERDEN ÇIKTI?

"Sakındığın göze çöp batar." der atalarımız. Bu söz boşuna çıkmamıştır. Yılların deneyimlerinin insanlara kazandırdığı, nesilden nesillere aktarılmaya devam edecek atasözleridir. Şimdi nerden çıktı bu atasözü diyeceksiniz. Sormayın desem de sorun ... Bu da nerden çıktı? Durun.. durun... anlatıyorum....

Geçenlerde mahalle komşumuz Şerife'de günümüz vardı. Bende okul çıkışında çarşıdaki işlerimi hallettim ve eve uğramadan direk komşuma geçtim. Arabayı park etmek için çokta düşünmeden acelece ev sahibinin arabasının önüne park ediverdim. "Nasıl olsa dışarı çıkmayacaklar. Çıkarlarsa da ne olacak .çekiveririm olur biter." dedim.

Komşum yine döktürmüş. Ben de bir açım... bir açım sormayın... Öğlen de fazla bir şey yemedim. En sevdiğim "BATIRIK" var menüde. Hemen masaya güzel bir servis yapıldı. Üç öğün önüme koysalar niye koydunuz demem. Tam bir vitamin deposu. Diyetisyenler incelese emin olun öğünün birinde mutlaka "batırık" yenecek derler. Doktorlar da her derde deva cinsinden reçeteye yazarlar inanın...

İçinde yok yok..İnce bulguru, fıstığı, bolca domatesi, fesleğeni , salatalığı, biberi, marulu,maydanozu, rokası, teresi,soğanı, pazısı, lahanası, brokolisi, karnabaharı, yeşilliğin envai çeşidi... daha sayayım mı? yanında yok yok..

Ablam bu yazıyı okurken diyecektir, belki de içinden söylenecektir.Ne söyleyebileceğini kestirebiliyorum ama... "Ah Havva yaktın beni, Umdurdun beni, Mut'a bir geleyim sorarım sana, Ben şimdi Mut batırığını nerde bulup yapayım" diye dilinden kurtulamam. Ama Mut'a geldiğinde şöyle bol acılı, domatesli, içi bol "batırık" la karşılama töreni yaparsam yelkenleri suya indiriverir. Bütün öfkesi geçer. Canım ablam seni çok seviyorum. Ağzın sulansa da anlatacağım işte...

İnce bulgurla rendelenmiş domatesleri buluşturursun önce... ikisi beraber kaynaşırlar şöyle aşıkla maşuk misali... Domates bulgurun egosunu şişirir durmadan... Bulgur da "sensiz olmaz, yok sensiz olmaz" nağmeleri arasında aşk methiyeleri düzer. Birbirlerine göz kırparaktan oynaşırlar.

Ardından ince ince doğranmış soğan, maydanoz ve fesleğen eklenir.Fesleğen olmazsa olmazıdır batırığın. O ne muhteşem bir rayihadır... insanı kendinden geçirir. Kokusunu batırığın içine öyle bir yayar ki çok uzaklardan bile farkedilir. "Kesin bu evde batırık yapılıyor" dedirtir insana...Hani hiç aç değilsinizdir, midenizde yer yoktur. İşte bu batırık için geçerli değildir. Batırığa her zaman yer açılır. Çünkü batırık tüm zamanlarındır.

Neyse bu koku beni alıp götürmeden bir yerlere ne yaptık bir hatırlayalım. Bulguru domatesle buluşturup, içine soğanı, maydanozu, fesleğeni ekleyip iyice ovmaya başladık. Biraz acı kırmızı pul biberini de ekledik. Şimdide kavrulmuş ve iyice yağı çıkıncaya kadar robotta çekilmiş fıstık ezmesini koymaya geldi sıra. Offf ya ağzım sulandı. Batırığın içine atarken yanlışlıkla ağzıma da atıveriyorum hissine kapıldım birden. Bulgur kendisiyle oynanmasından iyice usanıncaya kadar yoğurulur. Fıstık ezmesiyle buluşan bulgurun artık her bir yeri yumuşamış ve kendinden geçmiştir.

Şoklama anı geldi çattı şimdi de. İşte buz gibi soğuk suyla buluşturmanın dayanılmaz hafifliği... Suyunu dökmeden köftesinden sevenlere şöyle küçük bir tabağa ayırmayı unutmadan tabi ki... Suyu dökerken ne çok sıvı ne de çok koyu olacak haaa. Dikkat edeceksin.. Tuzu, ardından limonunu da ekledin mi artık batırık olmuş demektir. İçine doğranmış domates, salatalık ekleyerek ; garnitür olarakta yanında yiyebileceğin envai çeşit yeşilliğiyle beraber servise hazırdır. Afiyetle yenilebilir.

Komşum Şerife'nin ellerine sağlık diyorum. Çayın yanında kurabiyeleri yemeyi unuttum ona yanıyorum.

Hey Arkadaşlar!

Ben ne anlatacaktım? Nerden nereye geldim? Batırıkta nerden çıktı? "Sakındığın göze çöp batar" atasözünden yola çıkarak kıssadan hisse öğrendiğimi paylaşacaktım.

Evet...

Ev sahibinin oğlu "Havva teyze arabanı bizim arabanın önüne park etmişsin. Çıkarmam gerekiyor. Anahtarını verirsen arabanı ben çekebilirim ordan " dedi. Oğlumuz henüz on beşinde... İçimden "Arabayı şimdi nasıl güveneyim küçücük çocuğa? Bir yerine bir şey olur... neme lazım." "Ben çıkarırım arabayı" dedim. Derken de saniyeler içinde düşünceler uçuştu beynimde.

"Aman Havva ne olacak ver anahtarı... çeksin arabayı... "
"Yok yok... olmaz belki bir şey olur... kendin çek... "
"Anahtarı versem mi acaba?"
"Havva sakınma! Ne olacak bir şey olmaz."

Velhasılı anahtarı vermedim.Arabayı biraz ileride duvarın dibine kendim yanaştırdım. Sonra tekrar eve geçtim. Bir kaç saat daha oturduk. Saz çalan bir Nimet'imiz vardı. Çaldı söyledi. İnanın çok keyifli bir gün geçirdik. Artık izin alarak kalktım. Arabaya bindim. Çalıştırdım. Geri geri gitmem gerekiyor. Arka boş sorun yok. Dönüp bakmadım bile...Geri vitese taktım... saniyeler içinde iç gıcıklayan bir ses gacurt gucurt... ne olduğunu anlarken frene bir dokundum ki dikiz aynasını ancak kurtarabilmişim. Arabanın sol yanı duvara öyle bir çizilmiş ki şaştım kaldım nasıl oldu diye. Neyse aynayı bari kurtardık. Duvara öyle bir yanaşmışım ki...Duvar tam düz değildi L şeklinde bir duvarın dibine doğru yanaştığımı düşünün. Arkaya bakmadan geri geri gidiyorum Anlayın işte kendime o kadar güveniyorum ... Neyse detaya gerek yok, siz anladınız durumu...

Ne demiştim ? "Sakındığın göze çöp batar." Arabayı sakındım, vermedim.Düşündüğümü yaşadım.

E be kardeşim bildiğinin bir anlamı var mı? Hayatına uyarlayamadıktan sonra...

Yarın ki seçim sonuçları hepimiz için hayırlı olur inşallah.

Sevgiyle kalın.

10 Mart 2014 Pazartesi

Dün bu şiiri yazdığımda yayımlamayı düşünmemiştim. Bugün yüzü güzel yüreği güzel bir Simay'ım var. Öğleden sonra derse girdiğimde heyecanlı heyecanlı elinde bir resimle "Sana bir resim yaptım öğreymeniiim" diyerek geldi yanıma. Baktım bir gökkuşağı çizmiş altında bir ağaç ve bir çocuk. "Kim bu çocuk?" diye sordum. "Sensin öğretmenin." dedi. Hiçbir şey beni bu kadar sevindiremezdi.

9 Mart 2014 Pazar

GÖKKUŞAĞI

Güneş bulutun arkasına saklanmış,
Oyun oynuyordu yine.
Rüzgarda eşlik ediyordu ona.
Yüzünü şöyle bir yalayıp saçlarını savurarak,
"Hadi! Sen de aramıza katıl." diyordu.
Hafif tebessüm ederek onları izlemekle yetindi.
Kararan bulutlar gözyaşlarını akıtırken,
Yanaklarına düşen damlalar "uyan hadi" diyordu.
"Asma suratını."
"Her yağmurun ardından gökkuşağı çıkmaz ki."
Ama umutlarını öyle besle ki,
 "Gökkuşağı senin için çıkmaya can atsın." diyordu.


9.03.2014

7 Mart 2014 Cuma

YENİLENEN BEN

YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEYLER VAR

Gözlerimi uzaklara dikip bazen gökyüzünün maviliğinde kaybolurken bazen de bahara uyanan muhteşem doğaya tanıklık ederken buluyorum kendimi. Yine düşünmeden edemiyorum. Ne günler gelmiş geçmiş.Çocukluk yılları ayrı bir hezeyan, gençlik yılları bir ayrı devrim, şimdi ise bambaşka bir geçiş dönemi yaşıyorum. Aslında her dönüm noktasında yılanın kabuk değiştirişi gibi kanırta kanırta ben de kabuk değiştiriyorum. Meşhur sözümdü "Her şeyden herkesten nefret ediyorum." dediğim günleri hatırlıyorum da şimdi gülüyorum bu sözüme.Canım acıya acıya içimden bir ben daha çıkarmışım. Her umutsuzluk başka bir umudu doğurmuş. Arkama dönüp baktığımda yaşadıklarıma saçımdaki aklar, yüzümdeki çizgiler şahid olmuş.İki kaşımın arasındaki çizgiler de hayata bir zamanlar öfkemin simgesi olmuşlar.

Geçenlerde Elif Şafak'ın geçmiş bir yazısını okudum.
"Bana, ‘depresyondayım’ diyenlere ‘depresyon bir nimettir, öp de başına koy’ derim. Bunun bir basamak olduğunu düşünürüm." diyordu. Sevdim bu sözü ,depresyon insanın kendini yenilemesi için muhteşem bir fırsatmış. İtiraf ediyorum bu sözü okuduğumda kendimin farkına vardım. Ben iyiyim diyordum ama hayır değildim. Her an ağlamaya hazır ve her yalnız kaldığında ağlıyorsa insan ve ağlamak için sebep yaratıyorsa durmadan bunun adı depresyon değilde neydi? Depresyonumu seviyorum bana öğrettikleri ve öğretecekleri için. Hayata hem kırgınım, hem kızgınım ( demeye dilim varmıyor aslında, biraz yoruldum mola istiyorum ) ama yine de onu çok çook seviyorum. Bana çok değer katıyor çünkü. Öyle bir oynuyor ki çok acımasız. Çok canımı yakıyor. Olsun yılmadım yılmayacağım da...Kendim için en çokta sevdiklerim için yapmak istediklerimin peşinden koşmaya devam edeceğim. Hayat hepimize öğretiyor ,sanmayın sizi es geçiyor. Sadece öğrendiklerimiz farklı, deneyimlerimiz farklı ama inanın aynı yolun yolcusuyuz.

En sevdiklerinin en ihtiyaç duyduğun anda gidebileceklerini öğretti hayat bana. Demek önce kendimize güvenmek gerekti. Ayaklarımız yere sağlam basmalıydı.

İnsanlara zorla kendimizi sevdiremeyeceğimizi öğretti hayat. O halde yapacağın en doğru şey sevilebilecek biri olmaya çalışmaktı. Gerisi onlara kalmıştı.

İnsanları ne kadar düşünürsen düşün, onların seni o kadar da düşünmediklerini öğretti hayat bana. Kimseyi gereğinden fazla önemsememek, hakettiği kadar değer vermekti doğru olan.

Önemli olanın hayatımızdaki eşyaların değil, hayatımıza giren kişilerin olduğunu öğretti hayat. O halde doğru yolda olmak için doğru insanlarla olmak gerekti.

Güven elde edebilmek için yılların gerektiği ama yok etmek için saniyelerin bile yeterli olduğunu öğretti.Neydi burdan çıkarılacak hisse.Güvenini kazandığın insanların kıymetini bilmek ve gerektiğinde hataları için bir şans vermekti.

Bir arkadaşın ne kadar iyi olursa olsun seni üzebileceğini ve senin yine de onu affetmen gerektiğini öğretti. Bazen başkaları tarafından affedilmenin yetmediğini kendimizi de affetmek gerektiğini öğretti.

Kalbimiz ne kadar kırılırsa kırılsın dünya benim acılarımdan dolayı dönmeyi durdurmuyordu. Hayat devam ediyordu. Aynaya bakıp "yeni bir gün yeni bir umut" diyerek başlamaktı her yeni güne.

Sinirlendiğinde gerçekte buna değse bile asla acımasız olmamak gerektiğini öğretti. Aksi davrandığı her durumda kendi kendine zarar verdiğini gördü.Karşı gösterdiği her tepki etkiyi doğuruyordu.

Birisinin seni istediğin gibi sevmemesi, onun seni tüm benliğiyle sevmediği anlamına gelmediğini öğretti. Herkes kendinde olan kadar sevebilirdi.

Gerçek dostluğun aşkın ve sevginin arada çok uzak mesafeler olsa bile büyüdüğünü, bir çınar gibi dal budak saldığını, gölgesinde nice sevgileri beslediğini öğretti. Aslolan sevgiyi öğrenmekti.İçinde barındırdıklarını özümsemekti. Balığın oltaya takılması gibi her yerde sevgiydi var olan. Biliyordu dünyayı güzellik kurtaracaktı bir insanı sevmekle başlayacaktı herşey...

Sevgiyle kalın. 6.03.2014

1 Mart 2014 Cumartesi

TİRAMİSU'NUN TARİHÇESİ

TİRAMİSU'NUN İLGİNÇ TARİHÇESİ

Tiramisu hakkında bir araştırma yapmak istedim her nedense. Karşıma çıkan tarihi çok ilginçti. Oldukça eskiye dayanıyormuş.Ne tatlı ne tuzlu diyebileceğimiz kahve kokusunu içinize çekerek yiyebileceğiniz harika bir lezzet.

Efsaneye göre 17. yy sonunda Toscana ‘nın yüce dük ‘ü III. Cosimo Medici , bir kaç günlüğüne Siena’ya gelmesi ile başlar. Şehrin pastacıları , asaletlerini simgeleyecek yeni bir tatlıyı yüce dük ‘ ün onuruna yaratmaya karar verirler. Çok basit malzemeler ile yapılmış ve lezzetli bir tatlı olması, gösterişli olmasına önem vermişler; çünkü asillerin tatlıları çok sevdiklerini biliyorlarmış. “Tira mi su” bu şekilde yaratıldıktan sonra, yüce dükün onuruna " dükün çorbası" diye adlandırılmış . Dük, Sienalı pastacıların yeteneğini ve tatlının lezzetli tadını takdir ettiği için, tarifini yanında Floransa’ya götürür. Böylece “dükün çorbası” ünlenir ve düklüğün sınırlarını aşar. Hikaye der ki; saraylıların en çok rağbet ettiği tatlı olur ve “afrodizyak” özellikleri dile getirilir. Bundan dolayı “sevdalı” buluşmalardan önce büyük porsiyonlar ile tüketilmesi alışkanlık haline gelir. Bundan sonra da “dükün çorbası” adı değişir ve imalı bir isim olan “Tira mi su (beni yukarı çek)” adını alır.
TİRAMİSU

TİRAMİSU ( KOLAY  USÜL)

KREMASININ MALZEMELERİ
4 su  brd. süt
3/4 su brd. un ( bir bardaktan bir kaşık az )
1 su brd. şeker
1 adet yumurta
1 paket vanilya
1 paket labne peyniri

DİĞER MALZEMELER
Bir paket kedi dili bisküvi
Türk kahvesi,kakao, bir tatlı kaşığı neskafe , bir kaşık şeker( bisküvileri ıslatmak için)
Damla çikolata
Tiramisuyu koymak için küçük kup bardaklar

YAPILIŞI: Sütü, unu, şekeri, yumurtayı karıştırarak muhallebi kıvamında pişiriniz. Sonra vanilyayı ilave ediniz. Mikserle 7-8 dakika çırpınız. Homojen bir kıvam almasını istiyorsanız bu işlemi mutlaka yapınız. Soğuduktan sonra labne peynirini ekleyiniz. Tekrar karıştırınız.

Sıra tiramisuyu kuplara yerleştirmeye geldi. İşin zevkli kısmı anlayacağınız. Önce bir bardak suyun içine bir tatlı kaşığı neskafe ve şekeri ilave ederek karıştırın. Bu karışıma kedi dili bisküvilerini batırıp çıkararak kuplara yerleştirin. Bisküviler suyu çok çabuk çeker fazla çekmesine izin vermeyin. Bu defa hamur gibi olurlar. Bir kat bisküvi üzerine krema, arasına damla çikolata ve  onun üzerine tekrar bisküvi sonra krema ilave ederek kuplar doldurulur.Bisküvileri ikiye bölersek kuplara daha iyi yerleşir. En son üzerine türk kahvesi ve kakao karışımı elenir. Küçük bir elekle bu işi yapıyorum. Bir kaç saat bekletilirse çok güzel olur. İyice çekmiş ve kremanın kokusu tadı her yerine işlemiş olur. Ne tatlı ne tuzlu farklı bir tat diye düşünüyorum.İtalyanların meşhur tatlısı

Basit ama çok lezzetli bir tatlı diye düşünüyorum. Umarım beğenirsiniz.


Afiyet olsun, ağzınızın tadı her daim sevgiyle dolsun.

24 Şubat 2014 Pazartesi

SEN YALANCI BAHARSIN

YALANCI BAHAR

Yalancı bahar deyince aklıma  Orhan Veli'nin bir şiiri geldi."Beni bu güzel  havalar mahvetti."           
.... 
Tütüne böyle havada alıştım, 
Böyle havada aşık oldum. 
Eve ekmekle tuz götürmeyi; 
Böyle havalarda unuttum. 
Şiir yazma hastalığım; 
Hep böyle havalarda nüksetti. 
Beni bu güzel havalar mahvetti.
diyordu şair.

Sizi bilmem ama bu gezi beni resmen çarptı. Şairin dediği gibi "beni bu güzel havalar mahvetti."
 Yorgunluk ki ne yorgunluk... Anlayamadım. Hiç bir gezide böyle yorulmamıştım.Ya da bu yorgunluk değil de başka bir şeydi.Sanıyorum yürüyüşten ziyade yalancı baharın da getirdiği bir durumdu. Şehrin kirli havasından, pekte alışık olmadığımız temiz dağ havası fena çarptı sanıyorum. Ciğerlerimiz fazla oksijeni kaldıramadı. Velhasılı yeni toparlanıyorum.

Neyse ...

Sanki bir yalancı bahardı yaşadıklarımız Şubatın 23'ünde. O kadar güzeldi ki.. Dandı ormanlarının arasından Dağpazarı'na doğru yürürken. Doğanın uyanışına tanık olmak.Böcü börtünün, kuşların tatlı bir melodiyi mırıldanır gibi cıvıldayışları, koyunların kuzuların hayat yeniden başlıyor der gibi meleyişleri, mantarların, dağ lalelerinin çayır çimenin gerinerek bizde varız diye uyanışı, güneşe yüzünü dönüşleri, gökyüzünün sanki bir tual gibi masmavi bize tebessüm edişi... ne diyeyim size beni sarhoş etti hiç hesapta olmadan.

 Bu geziyi muhteşem bir geziye dönüştüren de bu yönü olsa gerek diye düşündüm birden.

Her zamanki gibi Çınaraltı'nda buluştuk doğa severlerle. Üç araba gittik. Ortalama 45 -50 civarıydı. Yine samimi bir ortamdı. Yürüyüşe Rüzgâr panellerinin olduğu yerden başladık.Elimizde fotoğraf makineleri bulduğumuz manzarayı çekerek devam ediyorduk.Yürüyüş esnasında samimi bir sohbet havası oluştu. Herkes bir şeyler konuşuyordu. Tabi ki çokça siyaset konuşuldu.Veryansın ettiler habire AKP' ye...

Dandı ormanlarının arasından kâh iniş aşağı, kâh yokuş yukarı kıvrıla kıvrıla dolandık. Doğanın sesine tanıklık etmek, içinde kendini hissetmek tam bir terapiydi.Nihat hocamın bazen kendine has çocuksu tavırları yürüyüşümüze renk kattı. Geride kaldığını farkettiğinde arkadan gelen bir                " taktak"a biniverdi. Şu yürüyüşçülerin önüne geçeyim diye.. O arada fotoğrafının çekileceğini farketmedi tabi. Hile yaptığının kanıtıdır diyerek basıverdik deklanşöre ve ekledik hafızlara...

Bir su kenarında mola verdik. Hemen odunlar toplandı. Ateşler yakıldı. Sucuklar geçirildi şişlere. Doğa da bayram etti sucuk kokusuna bizim mideler de.. Ekmek arasında sucukları mideye indirirken Nihat hocam dolanıyor. Takılmaları meşhurdur.Yine elini kapatmış üç hakkınız var diyor elimdekini bilmeye...Düşün düşün ne olabilir dağda? Zeytin, çekirdek, ceviz... aklımıza bir şey gelmiyor bir türlü... bizi sıkıştırıyor durmadan.. çabuk olun iki hakkınız kaldı, bir hakkınız kaldı.. habire yerdeki keçi pisliklerini göstererek bu ne diyor. Afedersiniz bizde keçi boku diyoruz. Hadi son hakkınız."Ne var elimde?" diyor.Atıyoruz kafadan bir şey tutmayacağını bile bile.. İstiyoruz ki elindekini artık göstersin.  Sonunda...Açıyor avucunu küçük bir parça keçi boynuzu.. Çocukluğumun yemekten pekte hoşlanmadığım bir yiyeceği.. Küçük parçalara bölüp avucunun içine gizlemiş. En çokta biz yaklaşmışız meğer ama nerden bilelim. Keçi boku.. keçi boynuzu. Değiştiriversek oldu işte. Neyse bizde bir kahkaha...

Molanın ardından yürüyüşümüze devam ediyoruz. Yürüyüz bu defa daha keyifli. Kazım Evredirek var Sanat Müziği koro şefimiz. Şarkılar seni söyler diyerek başladık fasıla..Ağır parçalardı söylenenler ama olsun biz yine de keyifliydik. Doğanın koynunda her ne söylense bizi üzemezdi. Şöyle gökyüzüne bir göz kırpmak yetiyordu.

Arada çocukluğumuz tutmadı değil. Sekerek koşturduğumuz günler aklımıza geldi birden Pınar hocamla ...Gülüşe gülüşe seke seke yürüdük Dağpazarı yolunu. Köye ulaştığımızda bizim için kahvede çay hazırlanmıştı. Yorgunluğun üzerine içilen çaylar bizi kendimize getirdi.

Ardından Dağpazarı Kilisesi'ni ziyaret ettik. Nasıl da virane olmuş. Yıkılmaya yüz tutmuş. Onarılmazsa bir kaç yıla kadar yıkılıp gidecek. Düşünüyorum geleceğimize nasıl sahip çıkarız , geçmişimize sahip çıkmasını bilemezsek.Orada bir tarih var, yaşanmışlıklar var. Yaşanmışlıklara saygı duymadan nasıl geliştiririz yaşayacaklarımıza saygı duymayı.O kiliseden kimler geldi kimler geçti. Edilen dualar, yapılan ayinler...Ne hikayeler kimbilir... Onların anısına bu kilise yaşatılmış olsa belki geçmiş öfkeler sönecek. Kavgalar bitecek olamaz mı? Umarım birileri duyar bunları da gereken yerlere iletilir. Fotoğraflar çekiyoruz önünde, ilerde böyle bir kilise vardı demek için.  Sonra ayrılıyoruz oradan. Arabalarımıza yavaş yavaş biniyoruz. Yorgunluğun yüzümüze yavaş yavaş yansımaya başladığı anlardayız. Geldiğimiz yollardan bu defa araçlarla geçiyoruz hafif tebessüm ederek.

Son kez Rüzgar panellerinin olduğu yerde durup bir de orayı geziyoruz. Paneller çok heybetli görünüyor. Yine fotoğraflar çektiriyoruz. Dandı ormanlarının son kez keskin katran kokularını içimize çekerek araçlara binip evimize dönmenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyoruz.

Sevgiyle kalın.


DAĞPAZARI GEZİSİ ŞUBAT 2014

16 Şubat 2014 Pazar

BEKLENTİSİZ SEVMEK

Bugün Sevgililer Günü,

Her ne kadar Kapitalizmin insanlara dayattığı, zorlada olsa alışveriş çılgınlığına bir yenisini daha eklediği bir gün olsa  da bu günü seviyorum. En azından sevdiklerimize bir tatlı söz söylemek yada hiç almadığımız halde bir gül almayı düşünmek bile bu günü bence özel yapmaya yeter. Hepinizin sevgililer günü kutlu olsun diyorum ve sevdiklerinizin kıymetini bilenlerden olmanızı diliyorum.

Yine sevmekten bahsetmek istiyorum ancak; beklentisiz sevmeyi dillendireceğim bu defa...

Beklentisiz sevmek nedir sizce...

Nasıl seviyoruz acaba... Sonunda eğerler amalar mı var? Ama şöyle yaparsan... Eğer beni üzmezsen... Bugün dediğimi yaparsan ancak... vs. Belkenti var mı bu sevginin sonunda bir düşünün... Sevdiklerimizin bizi sevmesini istemek bile bir beklenti olurken beklentisiz nasıl sever insan?

Bugün beni aramadı demeden ya da şu an nerede acaba diye kendi kendimizi yiyip bitirmeden, doğum günümü hatırlayacak mı? Bana çiçek getirecek mi? Bir tatlı söz ve ya ruhumu okşayan bir çift laf edecek mi acaba demeden sevebilir mi insan sizce?
Onun size ait olmadığını kabul edip onu kendi özgür doğasıyla sevmeyi düşündünüz mü? Yanındaki bayan arkadaşına ya da kız arkadaşına aldırış etmeden ama aldırmıyormuş gibi davranmadan, gerçekten aldırmadan; bitecekse biter, bunu ben değiştiremem tıpkı beni sevmeyi bırakmasını değiştiremeyeceğim gibi diye düşünüp, onu yersiz kıskançlıklara boğmadan ve kendimizi gereksiz yere yıpratmadan vazgeçebilir miyiz acaba?

Belkide vazgeçebilmeyi öğrenebildiğimiz kadar sahip olacağız.

Hiç beklemeden çalan bir kapıda onu karşında görmek, ummadığınız bir anda güzel bir söz işitmek, bir hediye almak, beklemeden zamansız ne güzel olurdu değil mi?

Siz istediğiniz için değil o istiyor diye, gönlünden geldiği gibi, hesapsız  yapıldı mı tüm bunlar ve beklentisiz sevmenin tadına varabildiniz mi... İşte en güzeli en muhteşemi de böyle bir sevgi olurdu herhalde. Bugün beni hatırlamadı yerine  “Hiç beklemiyordum senin geleceğini" diyebilmek ne güzel bir duygu olurdu.

Onu ve kendimizi boğmadan gereksiz yere kıskançlıklara sebep olmadan, sahiplenmeden emek vererek ve özgür bırakarak ama asla vazgeçmeyerek sevmenin sevilmenin tadına varabilmek ...Sevmek demek bu olsa gerek.

Bir sürü beklenti içine girip kendimizi hayal kırıklıklarımızın içine hapsetmektense beklenmeyen anda gönülden yapılan sevgiye dair herşey hepimizi çok daha mutlu ederdi herhalde. Belki de bir çoğunuz bu yazıyı okurken iç geçirip " Nerdeee o hesapsız, beklentisiz sevgiler" diyorsunuz. Haklısınız belkide bir ütopya olmaya yüz tutuyor böylesi sevgiler. Çıkarın, ikiyüzlülüğün, hırsın kol gezdiği şu dünyada her zamankinden daha çok ihtiyacımız var beklentisiz sevgiye. Ne diyebilirim ki önce en yakınımızdan başlasak hesapsız sevmeye, öğrenemez miyiz? Yok mu böyle sevgiler istisnada olsa? Galiba yine önce kendimizi gerçekten sevmekten geçiyor her şey.

Zülfü Livaneli'nin güzel bir şarkısı vardır. "Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" diyor ya. Doğru söze ne denir? Önce kendimizi sevelim sonra yaratılanı yaratandan ötürü sevmeyi öğrenelim.Ben Rabbimin yeryüzündeki bir suretiysem eğer evrendeki olan her şeyde onun bir parçasıysa o halde ben ve bana dair her şeyi sevmeyi seçiyorum.


Sevgiyle kalın.

13 Şubat 2014 Perşembe

Gerçeklik dediğin nedir ki?
Olmasını istediğin bir serap gibi...
Ruhumun kıyılarına vuran dalgalar,
Beni bir içine çeker,  bir dışına atar.
Gönül sevmek ister, sevilmek ister, 
Söyle...Başka ne ister ?
Yüreğim  seni seçti, gerisi teferruat dedi.

12 Şubat 2014 Çarşamba

YIL DÖNÜMÜ

Bugün iyi olmayı seçtim.
Giyindim,kuşandım,süslendim,
Tıpkı seninle ilk tanıştığımızdaki gibiydi saçlarım.
Ama yüzüme bir gülücük konduramadım.
Sana ilk defa bir gül aldım.
Kendime de bir menekşe, senin adına...
Hani derdin ya "benim hanımı kandırmak çok kolay" diye.
Kendimi kandırmayı beceremedim.
Yokluğun içimi tarifsiz kederler içinde bırakırken,
Yeni başlangıçlara kucak açmak istedim.
Gidişinin yıl dönümüydü bugün...
Uğurlar olsun, uğur olsun bu günüm istedim...

UYAR





9 Şubat 2014 Pazar

SENBEN

Ben senden geçeli çok oldu.
Lakin! Sen de bilemezsin  bendeki seni,
Şayet geçemezsen beni...
İyisi mi sen de boş ver beni...

7 Şubat 2014 Cuma

MAŞLI İÇLİ KÖFTE


MAŞLI İÇLİ KÖFTE

İsterseniz önce tanımayanlara "Maş" nedir onu anlatayım. Mercimek ailesine mensup, protein değeri oldukça yüksek genellikle Akdeniz yöresinde tanınan bir bitkidir diyebilirim.

Rutinleri benim gibi sevmiyorsanız farklı olandan yanaysanız Maşlı İçli Köfteyi deneyin derim. Ama illaki içli köftenin bir adabı vardır içinde etten başka bir şey olmaz diyorsanın tercih sizin. Damak zevkinize göre hazırlayın derim. Ben size farklı bir alternatif sunuyorum. İç malzemesinde hem bitkisel hem de hayvansal protein bir arada kullanıldığı için  hafif ve sağlıklı aynı zamanda damak zevkinden de ödün vermeden aynı lezzeti yakalayabiliyoruz.


İÇ HARCI:

1/2 kilo orta yağlı kıyma
3 orta boy soğan
1 su bard. ceviz.
1 su bard. haşlanmış maş
karabiber, kimyon, kırmızı pul biber, tuz, maydanoz
tercihe göre acı kullanabilirsiniz.

1/2 kilo orta yağlı kıymayı kavurun. İsterseniz kavururken su koyarak ( bir su brd.)kavurursanız tane tane kavrulur. Deneyin göreceksiniz.

Kıyma iyice suyunu çekip biraz rengi dönünce içine küçük küçük doğradığınız soğanları atıp kavurunuz.
Genellikle kıymanın yağı yeter, ancak siz yeterli görmezseniz yağ ilavesi yapabilirsiniz. 

Soğanlarla kıyma iyice kavrulunca altını kapatın. Cevizi, maşı, maydanozu, baharatları ilave ederek karıştırın. Soğumaya bırakın.

Not: Maş yerine yeşil mercimekte kullanabilirsiniz. Aynı lezzeti verir. Çokta sağlıklı olur. Kıyma orta yağlı olduğu için yağ ilavesine gerek yok diye düşünüyorum. Tercih sizin.


HAMURUNUN MALZEMELERİ

5 su bard. ince köftelik bulgur
1 su bard un
5 adet orta boy patates
1 adet yumurta
1 çay bard. irmik
2 su brd. ılık su
 biber salçası, tuz, karabiber, kimyon,

Patatesleri haşlayıp rendeden geçirin. Bulguru ve diğer bütün malzemeleri karıştırarak hamuru yoğurun. Duruma göre ılık su ilavesi yaparak özlü bir hamur kıvamına getirin. Hamuru ne kadar iyi yoğurursanız o kadar iyi olur. ( ort.25 dk. yoğurun ) Kızartılırken çatlamaması iyi yoğurulup sakız gibi olmasına bağlıdır.

Not: Bu hamur kızartmalık olarak çok uygundur.

Gelelim içli köftenin açmasına... Ben bu konuda becerikli olduğumu söyleyemem. Teknolojinin imkânlarından yararlanıyorum. Makine ile açıp sadece uçlarını kapatıyorum. Mükemmel oluyor. Siz nasıl isterseniz. İster makinede, isterse becerikli ellerde elle açabilirsiniz. Eminim çok güzel olacaktır.

Bu ölçülerle ortalama 40 civarında içli köfte çıkar. Doya doya yeter.


Afiyet olsun. Ağzınızın tadı, sofranızın bereketi her daim aşkla, kalbiniz sevgiyle dolsun.

5 Şubat 2014 Çarşamba

SENİ SAKLAYACAĞIM

SENİ SAKLAYACAĞIM

Seni saklayacağım inan
Yazdıklarımda, çizdiklerimde
Şarkılarımda, sözlerimde

Sen kalacaksın kimse bilmeyecek
Ve kimseler görmeyecek seni
Yaşayacaksın gözlerimde.

Sen göreceksin sen duyacaksın,
Parıldayan bir sevi sıcaklığı.
Uyuyacak, uyanacaksın.

Bakacaksın benzemiyor,
Gelen günler geçenler,
Dalacaksın.

Bir seviyi anlamak,
Bir yaşam harcamaktır.
Harcayacaksın.

Seni yaşayacağım,
Anlatılmaz...
Yaşayacağım gözlerimde,
Gözlerimde saklayacağım.

Bir gün tam anlatmaya...
Bakacaksın,
Gözlerimi kapatacağım.
Anlayacaksın.

ÖZDEMİR ASAF

2 Şubat 2014 Pazar

KAZANMAK MI KAYBETMEK Mİ

Piyangodan para çıkınca kazandım mı diyorsunuz? Sınavda istediğiniz puanı alamayınca kaybettiğinizi mi düşünüyorsunuz?  Ne bileyim güreş yaptığınız kişi sizi yenince kaybetmek mi oluyor bütün bunlar?

Yada yüksek sesle bağırınca korkutup kaçırdığınız insanı alt ettiğinizi mi düşünüyorsunuz?

Sorunun cevabını  arkadaşınız bilirse siz bilememiş mi oluyorsunuz? Bu sizin başarısız olduğunuz anlamına mı geliyor?

Siz fazla puan alınca maçı kazandığınızı mı sanıyorsunuz?

Çok güzel olduğunuzu düşünerek  diğerlerinin sizden çirkin olduğunu mu varsayıyorsunuz?

Ekmek alacak kadar parası olmayan biri sizce fakir birimidir? Zenginlik nedir  sizce.

Örnekleri çoğaltmak mümkün bir sürü  olayı  ya da durumu benzer şekilde düşünebiliriz.Yaşadığımız her şeyin olumlu olumsuz bütün yönlerini aynı mantıkla düşünebiliriz.

Aslında bütün bunların hepsi şu göreceli dünyada bizim verdiğimiz anlamlarla değer bulmuyor mu?

Yaşadıklarımıza anlamlar yükleyen bizleriz. Çünkü zıddıyla değerini anlayabiliriz ancak. İyi kötü, güzel çirkin, fayda  zarar, doğru yanlış, başarı başarısızlık, kazanmak kaybetmek vb. Hayatta neyi  öğrenmeye  geliyorsak onu var ediyoruz.  Artı eksi gibi değerler vererek anlamaya öğrenmeye çalışıyoruz. Ne kaybediyoruz ne de kazanıyoruz aslında. Yaşadığımız her deneyim bize özümüze ulaşmak için, sevgiye, ışığa,  gerçek saf sevgiye ulaşmak için bir yol haritası çiziyor farkında olmasakta.

Sınavda başarısız olabiliriz. Belki de başarısız olarak ben neyi iyi yaparsam daha başarılı olurumu anlayabilmek içindir . "Hangi konuları öğrenmem lazım "  diyebilmek içindir. Belkide başarısızlık dediğimiz şey,  bizi bir basamak daha yukarıya çıkaran bir durumdur.O halde bu  başarısız olduğumuzu düşündüğümüz sınavda sizce kaybetmiş olur muyuz? Ya da kendimizi başarısız görmeye devam  etmeli miyiz?

Sesinizi yükselterek korkutup kaçırdığınızı  ve zafer edasıyla "Bak gördün mü karşımda bir kelime bile konuşamadı." diye mi  düşünüyorsunuz.  Belki de sizi konuşmaya bile değmeyecek kadar  değersiz görüyor ve sırf bu yüzden sessiz kalıyor, anlamaya bile çalışmıyor olamaz mı?  O halde bu durum size neyi deneyimletiyor olabilir. Anlayışlı olmayı, sizden farklı düşünen insanlara saygı duymak gerektiğini anlatmak istiyor olamaz mı?

Piyangodan para çıktığında "kazandım" diye çığlık atarız da  o paranın bizden gerçekte neleri kaybettirdiğini  ya da kazandırdığını sonra anlarız. Etrafımızda mantar biter gibi aniden çıkan akrabalar bize gerçek dostları, akrabaları ve arkadaşları farkettirmez mi?  Emek vermenin önemini  anlatmaz mı biraz da...

Diyelim ki maç yapıyorsunuz. O kadar hırslısınız ki maçı her ne olursa olsun kazanmalısınız. Üzerinizde çok büyük bir baskı var. Takım kaptanı size çok güveniyor. Maçı almanızı istiyor ve sonunda çok büyük paralar var. İşte böyle bir ruh haliyle  var gücünüzle  oynuyorsunuz. Sırf kazanmak uğruna maçta kural hatası yapılabilir ve bu normal algılanır, Hakemi , takım arkadaşını para karşılığında satabilir.. Şikeye göz yumar,  kısacası etik olmayan her türlü durum olabilir. Diğer takım da aynı nedenlere dayanarak doğru olmayan durumları sorgulamaz, çünkü o da kazanmak istemektedir .  Her ne pahasına olursa olsun maçı kazanmak vardır her iki takımın da hedefinde ve maç bir ego savaşına dönüşür. Maçın sonunda büyük bir meydan savaşı çıkma olasılığı ise çok yüksektir. Sonuçta takımlardan biri maçı kazanır kazanmaya  ama gerçekte kazanmış mıdır? Kaybeden gerçekte kaybetmiş midir? Büyük resme bakarsak eğer orada egoların  savaşı yok mudur?  Ben... illaki ben kazanmalıyım... Gerçekte neyi  öğreniriz sizce... Sırf maçı kazanmak için hırslarımıza egomuza yenik düşmemeyi öğreniyor olabilir miyiz? Hepimizin bulunduğu durumlar içinde deneyimlediği dersler farklıdır. Belkide takım içinde arkadaşını satmamayı, kendisini gerektiğinde arka plana atmayı  ya da güven vermeyi, iyi oyun çıkarmayı mı yoksa her şeye rağmen kazanmayı mı deneyimlemeyi seçmiş olabilir?
 Neyi deneyimlemeyi seçiyorsak hayatta onunla sınanırız. O yüzden bu deneyimlerin  iyisi- kötüsü, doğrusu- yanlışı,  güzeli -çirkini, başarılı başarısızı yada kazananı- kaybedeni olmaz. Sadece deneyimleriz. Deneyimlerimizin sonucunda öğrenir almamız gereken dersleri alırız. Alamıyorsak şayet benzer durumları yaşamaya devam ederiz. Ta ki öğreninceye kadar. Hiç kendinize sordunuz  mu neden aynı şeyler hep benim başıma geliyor diye..

Benzer durumları yaşıyorsanız lütfen kendinize şu soruyu sorun. Bu olay ya da bu durum neden benim başıma geliyor? Bana ne öğretiyor? Benim öğrenmem gereken ne ?... Cevap içinizden gelecektir. Yeter ki doğru soruları sorun. Bu sorunun cevabını aldıktan sonra yeniden durumu değerlendirin . Öğrenmeniz gerekeni anladığınızda  ve bunu öğrendiğinizde artık o ve ona benzer durumlarla karşılaşmayacaksınızdır.

Yaşadığımız durumların  bize öğrettiğine odaklanırsak şayet aslında ne kaybederiz ne de kazanırız. Bana göre hep kazanırız derim. Çünkü "ben" olarak  sürekli kendimi deneyimlediğimde, kim olduğumu, ne olduğumu bu dünyaya ne için geldiğimi öğrenirim. Her defasında özüme bir adım daha yaklaşırım.Gerçek mutluluğu, hazzı, huzuru,sevgiyi, hepliği, birliği, bir olmayı evrenin bir parçası olmayı öğrenirim. Bedenimle, ruhumla ve zihnimle tam ve dengede olmayı başarırım. Bu dünyadaki herkesin eşit olduğunu, değerli olduğunu, bilirim.

 Yapmam gerekenin her zaman sevgi ve sevginin ürettiği duyguları seçmek olduğunu anlarım. O zaman korku ve korkunun getirdiği hiç bir olumsuz duygunun benliğimde var olmasına izin vermem.

Bir Avustralya atasözü şöyle diyor."Hepimiz bu zamanda, bu yerde ziyaretçileriz. Hepimiz gelip geçiyoruz. Amacımız gözlemleyip öğrenmek, büyümek ve sevmek. Sonra evimize döneceğiz."  İşte işin özu bu. Hepimiz sonra evimize döneceğiz. Bu hayata kendimizi deneyimlemeye, öğrenmeye geldik derslerimizi tamamladığımızda hepimizin bütünün bir parçası olduğumuzu anlayacağız. Sonsuz evrende yerimizi  alacağız.

Sevgiyle kalın.

02.02.2014

22 Ocak 2014 Çarşamba

KORKU MU? SEVGİ Mİ ?



Şu iki kelime beni nerden nereye getirdi. Düşündükçe yazdım , yazdıkça sorguladım, sorguladıkça yeniden öğrendim. Duygularımızın ne kadar önemli olduğunu, aslında duygularımızın bizi yönettiğini, kontrol edebilmeyi öğrenmenin gerçek özgürlük olduğunu keşfetmek bana yeni bir kapı açtı. 

Duygularımız çok önemli , onların farkında olmak bizim bir adım önde olmamızı sağlar.

İnsanların düşüncelerini ya da davranışlarını etkileyen en önemli unsurlar duygularıdır. Duyguların başlangıcında ise ya sevgi vardır ya da korku. Kısacası temelinde iki duygu var diye düşünebiliriz. Diğer bütün duygular bu iki duygunun değişik türevleridir. Aslında aynı kaynaktan çıkan duyguların farklı şekillerde ifade edilmesidir.

Korku ; bize zarar veren, yanlış yapmamıza neden olan, bizi hapseden, daraltan, sınırlandıran, sıkan, engel olan, sürekli sömüren, amalara keşkelere mahkum eden, sahiplenen, daha saldırgan yapan, ön yargılı bakmamızı sağlayan, yıpratan, yoran, yalnızlaştıran, cesaretimizi kıran, kararsız, kaygılı ... vs. olmamızı sağlayan bütün negatif olumsuz duyguların kralıdır.

Sevgi ise; bizi iyileştiren, şefkatle sarıp sarmalayan, kucaklayan, güven veren, özgürleştiren, mutlu eden, rahatlatan, doğru olmamızı sağlayan, paylaşan, açık olan, genişleten, hoşgörülü, saygılı, şakacı, neşeli sadık, sevecen, iyilik sever ...vs. olmamızı sağlayan bütün olumlu duyguların kraliçesidir.

Korku sahip olduklarına sımsıkı yapışır, onları boğar. Sevgi sahip olduklarını paylaşır, bilir ki evrende hiç kimse hiç bir şeyin sahibi değildir.

Korku yakınlık ister olmazsa zorla şerle sahip olmak ister .... Sevgi yakınlığı sevecenlikle ister. Bilir ki aslında sadece gönülden gelen yakınlıktır gerçekte var olan.

Korku bırakmak istemez. Sevgi özgür bırakır. Ama asla vazgeçmez. Sevginin vazgeçemeyecek kadar özgür bırakmak olduğunu bilir.

Korku cesaretimizi kırar. Sevgi bağrına basar.

Korku enerjimizi her daim sömürür bir parazit gibi. Sevgi gücüne güç katar.Enerjisini bütün evrene yayar. Bilir ki bumerang gibi geri dönecektir.

Korku öfkeyi sever, hırçındır. Sevgi hoşgörüden yanadır.Şefkatlidir. Hoşgörünün ve şefkatin bütün kapıları açtığını bilir.

Korku hata yaptırır, kızgınlık doğası gereğidir. Sevgi affeder, bir kez daha şans verir. Yanlışların hesabını yapmaz. Bilir ki affeden yüreklerde sevgi yeşerir, can bulur.

Anlaşılıyor ki sevgiden kaynaklı düşünceleri seçtiğimizde yaşamı sürdürmek o kadar zevkli bir hale gelir ki onun da ötesine geçer insan yaşarken. Kazanmaktan başarmaktan daha öte bir gerçeklik boyutuna ulaşırız. Sadece bütün yapacağımız sevgide kalmayı istemek . Sevgide kaldıkça mutlu, özgür, huzurlu , cesur, neşeli, memnun, güvenilir, dost ya da saygı değer olmayı başarabiliriz. Korkuyu seçtiğimiz zaman ise neleri yaşamımıza çektiğimizi söylemek istemiyorum artık. Eğer kaygılı, öfkeli, hırçın, korkak, beceriksiz, sevimsiz, sabırsız, sıkıcı, itici, yetersiz ya da mutsuz bir insan olmayı arzuluyorsanız ne yapacağınızı biliyorsunuz. Korkuyu çağırdığınız anda etrafınızı sarıverirler.

Sevginin ürettikleri mi yoksa korkunun çağırdıkları mı? Seçim sizin.

Sevgiyi mi seçiyorsunuz?

İşte o zaman gerçekte kim olduğumuzun inanılmaz olağanüstü güzelliğini deneyimlemeyi seçeriz. Sevgide kalmayı öğrendikçe zenginleşir, çoğalırız, bir olduğumuzun, bütünün bir parçası olduğumuzun farkında oluruz. Kendimizi buluruz. Yaşam amacımızı keşfeder daha çok haz alarak ruhumuzu besler, özgürleştiririz. Bu hayattaki hepimizin ulaşacağı en yüksek zirveye ulaşırız. Varoluş sebebimizin özünün "sevgi" olduğunu düşünürsek eğer, sevgide kalmayı öğrenmek en büyük dersimiz olmalıdır.

Sevgiyle kalın.

23.01.2014

18 Ocak 2014 Cumartesi

ADAM OLMAK

Geçenlerde Çıtlık Dergisini okurken gözüme ilişen bir şiir oldu. Şiiri okuyunca üniversite yıllarıma geri döndüm birden. 20 küsür yıl önce okuduğum hatta kendi el yazımla şiir defterime yazdığımı hatırladım birden . O yıllarda bu şiiri nerdeyse ezberlemiştim. Her cümlesine ayrı bir gün düşünüp duracağın ve hayatını tek tek sorgulayacağın bir şiirdi bence. Beni çok etkileyen uzun süre üzerinde düşündüğüm bir şiir tekrar karşıma çıktı 20 küsür yıl sonra ... Adam olmuş muyum bilmiyorum ama hayatın bana acımasızca çok değer kattığı belli.
İşte bu şiiri sizlerle tekrar paylaşmak istiyorum.

Eğer, çevrendekiler haksızcasına seni suçladıkları zaman; sen soğukkanlılığını koruyabilirsen,

Eğer, herkes senden kuşkulandığı halde onların kuşkularını hoşgörü ile karşılayabilir ve kendine güvenini yitirmezsen,

Eğer bekleyebilir ve beklemekten yorulmazsan yada senden nefret edenlere nefretle karşılık vermezsen ve gene de ne çok iyi görünmeye çalışır ne de çok akıllıca sözler söylemezsen,

Eğer hayaller kurabilir ama bu hayallerine tutsak olmazsan,

Eğer düşünebilir ama düşüncelerinin esiri olmazsan,

Eğer zafer ve felaketle yüz yüze gelir ve bu ikisini de aynı şekilde karşılayabilirsen,

Eğer söylediğin doğru sözlerin düzenbazlar tarafından değiştirilip kafası çalışmayan insanları aldatan bir tuzak haline getirilmezsen ve dayanabilirsen,
Yada hayatını adadığın şeylerin bir anda yıkılıvermesini seyredebilir ve oturup eskimiş aletlerle onları yeniden kurabilirsen,

Eğer bütün kazançlarını bir hamlede şansın kucağına atıp kurban edebilirsen ve sonra sil baştan başlayabilir ve yitirdiklerinden ötürü hiç yakınmazsan,

Eğer en kötümser halinde dahi yüreğini, sinirlerini ve enerjini yeniden seferber edebilir ve amacına ulaşmak için çabalayabilirsen ve sana kendi iradenden başka DAYAN diyecek hiç kimse yokken gene de dişini sıkmasını bilirsen,

Eğer cahillerle haşır neşir olduğun halde erdemlerini yada krallarla birlikte olduğun halde kibirlenerek sağduyunu yitirmezsen,

Eğer herkese değer verir ama gene de kimseye fazla güvenmemeyi öğrenmişsen,

İşte! o zaman dünya da içindeki her şeyde senindir;

Hatta daha da ötesinde... Oğlum sen adam olmuşsun demektir.

RUDYAN KİPLİNG

1 Ocak 2014 Çarşamba

YİNE YENİDEN

NİCE YILLARA SEVGİLİ DOSTLAR

Bir yılı daha devirdik. Ölümler, düğünler, doğumlar, başarılar, acılar, kederler, hüzünler, isyan, sevinçler, mutluluklar vs.. Kah acılara gark olarak kah sevinçlere boğularak yaşadık en güzelinden her duyguyu. 

Neresinden bakmak lazım hayatın diye düşünüyorum. Marifet her iki tarafını da görmesini bilmekten geçiyormuş. Çünkü her yaşadığı insana yeni bir değer katıyormuş. 2013 yılı benin için uğursuz bir sayı gibi gözükse de galiba öyle olmadı. Bu dünyadan erken ayrılmak isteyenler vardı. Yol verdi hayat onlara çekildiler usulca... Kalanlar her yaşadıklarından dersler çıkarıp gönül hanelerine koydular artılarını eksilerini ve yollana devam ediyorlar.

Bütün bildiklerimin ters yüz olduğu bir yıldı. Kafamın hayli karıştığı, beynimde düşüncelerin bir tilki gibi dönüp durduğu "Boşa koysam dolmadığı, doluya koysam almadığı" bir dönemdi.

Öyle hiç böbürlenmeye gelmiyormuş hayat,Ben bilirim deyip ahkâm kesmek hiç değilmiş.

Büyük konuşmaya gelmiyormuş. "Büyük lokmayı ye büyük laf etme" derler ya işte öyle bir şeymiş.

İnsan hep sevmediği neyse onunla terbiye ediliyormuş meğer . Düşmanın bile olsa sevmeye çalışmakmış asıl olan.

En kıymetli olanda ne ev ,ne araba, ne de paraymış. Zamanmış meğer kıymetli olan. Tutamıyormuşsun çünkü...

Hayat beklemeye gelmiyormuş. Ertelemeden yaşamak lazımmış hayatı.Bak nerdeyse bir yıl olacak evimden ocağımdan yurdumdan yüreğimden ayrılalı. Geri gelmeyecekse gözleri yatırıp ıraklara beklemenin anlamı yokmuş. Yeni uğraşlarda hayat bulmak gerekliymiş.

Bildiğini sandığın şeyleri aslında hiç bilmemekmiş. Koca bir yalanmış öğrendiğimizi sandığımız şeyler. Hayat bize tokadını attığında ters yüz oluveriyormuş her şey...Esas ondan sonra öğrenilenlermiş kalıcı olan...

İçinden geldiği gibi yaşamakmış "kim ne der"ine takılmadan." An"ı yaşamakmış en çılgınından.

İçindeki çocuğun sesini dinlemekmiş...

İllaki zıddıyla anlam buluyormuş her şey ve her ikisini de aynı şekilde karşılayabilmekmiş marifet. Ne çok üzülmek ne de çok sevinmekmiş.

Hiç bir şey sürekli aynı değilmiş her an değişiyormuş her şey ...o halde aynı kalmakta diretmemekmiş. Uyum sağlamakmış sürece...

İstemediğimiz durumlara katlanmak değil, sabretmesini öğrenmekmiş önemli olan...

En önemlisi de neymiş biliyor musunuz?

Sevmek! Emek vermek demekmiş. Emek vermek ise vazgeçemeyecek kadar özgür bırakmak demekmiş. Koşulsuzmuş. Keşkeleri, amaları yokmuş.Sadece severmiş seven.Sonunu düşünmeden sevilmeme ihtimaline rağmen...

2014 yılı gökkuşağının bütün renklerini getirsin. Yağmurun serinliğini, toprağın kokusunu, çimenlerin yeşilini, "Deniz"in mavisini , Güneş'in içimizi yakan kor ateşini getirsin. Baharın uyanan doğasını, kuşların, kuzuların seslerini, ırmakların çağıldayışlarını, dünyanın bütün renklerini önümüze sersin. İçmeden sarhoş etsin bizi.Yaptığımız yapacağımız her şeye "aşk" karışsın.

Ne varsa hayata dair girsin de çıkamasın içinden...Aşkla yeniden anlam bulsun her şey.Sevgi sarsın dört bir tarafımızı.

Aşk içimizde... Aşk bize dair olan her şeyde...

HAVVA UYAR